Phrygia’da, şimdiki Bergama’ya yakın dağların birinde, bütün köylüler tarafından “mucize” olarak gösterilen bir ulu ağaç varmış. Ağacın bir yanı çınar, öteki yanı ıhlamur imiş. Bu ağacın neden böyle olduğu şöyle anlatılır:
Kimi yol Zeus, Olympos’ta ha bire ambrosia yiyip, Kevser içmekten ve Apollon’un kutsal lirinin zımbırtısını dinlemekten, dokuz ilham perisinin hoplaya zıplaya yaptıkları dansları izlemekten bıkıp usanırmış. İşte o zaman alelade ölümlü bir insan kılığına girer, insanlar arasında gezerek sergüzeştler ararmış. Bu gezilerde, tanrıların en kurnazı olan Hermes’i de yanına alırmış.
Yine bir gün, Zeus elindeki şimşekleri, Hermes de iki yılanlı değneğini, Olympos’un kutsal dolaplarından birine kapayıp bırakmışlar. Üst baş olarak paçavralar giymişler.
Phrygia taraflarındaki bir kente varmışlar. “Tanrı konuğuyuz” diyerek, çalmadık kapı bırakmamışlar.
Her yerden, “Defolun pis herifler!” diye kovulmuşlar.
Sonunda bir fukara kulübesine uğramışlar. Orada Philemon’la Baukis oturuyorlarmış.
Bu mutlu çift çifte kumrular, yıllarca şen yürekli fukaralıkları içinde kuşlar gibi ötüşe ötüşe yaşamışlar. Yüzleri olgunlaşmış, buruşmuş, ama her buruşuk sanki bir gülümsemeymiş. Evde, efendiymiş, hizmetçiymiş yokmuş; ikisi de birbirinin hem hizmetçisi hem efendisiymiş.
Yüksek kibirli ve suratı asık kapılardan kovulan tanrılar, “Galiba buradan da palas pandıras defedileceğiz” diye düşünerek kapıyı çalmışlar. Kapı açılınca tanrılar, fukara evin alçak kapısından eğilerek geçmişler. İhtiyarlar, konukları sevine güle karşılayıp içeri buyur etmişler. Topu topu iki alçak sandalyeleri varmış. Onları yükseltmek için, saman dolu iki torbayı sandalyelerin üzerlerine koymuşlar. Sonra Baukis ocağa gidip korları üflemeye ve kuru yaprakları tutuşturmaya koyulmuş.
Bu sırada kocası Philemon, bahçeden bir lahana getirmiş. Baukis lahanayı temizleyip güvece yerleştirirken, Philemon asılı duran kuru etten bir dilim kesip getirmiş. Ondan sonra bir tahta kaba su koyup ateşin yanında ısıtmışlar. Ve karı koca, konuklarının ayaklarını yıkayıp, her ne kadar kaba saba ise de tertemiz havlularla kurulamışlar.
Yemek pişince, karı koca, masa örtüleri olmadığı için, masanın üzerine -mis gibi koksun diye- titrek elleriyle yaban naneleri sürtmüşler ve geceleri uyudukları derme çatma sedirleri, konuklar uzansınlar diye masanın yanına çekmişler. Masanın ayağı pek kısaymış. Philemon bu aksaklığı, kırık bir çanak parçasıyla düzeltmiş. Masanın üzerine de karınca kararınca neleri varsa dizmişler. Kara ve yeşil zeytinler, kırmızıturplar, dev yeşil güller gibi topan marullar, salatalıklar, külde pişmiş yumurtalar koymuşlar.
Konuklar sedirlere yan gelip masada yer alınca Philemon, bir tahta testiden, şaraptan çok sirkeyi andıran şaraplarından bardaklara doldurarak konuklarına buyur etmiş.
Philemon ile Baukis’in topu topu bir kazları varmış. Onu yemek için değil ama kulübelerine bekçilik etsin diye beslerlermiş. Kazı kesip pişirmek üzere tutmaya çalışmışlar. Ama yaşlı karı koca hızlı koşamadıklarından, kaz gidip Zeus’un bacak arasına kaçmış.
Zeus, “Bırakın kesmeyin zavallı hayvanı” demiş ve testiden iki bardak şarap doldurup yaşlı karı kocaya sunmuş. Şarap fukaraların şarabından değil; tanrıların Kevser şerbeti nektar imiş.
İhtiyarlar o cennetler içkisini yudumlayınca, konuklarının birer tanrı olduğunu anlamışlar. Dizüstü gelip, tanrılardan bağışlanmalarını dilemişler, yalvarmışlar.
Zeus, onlara, “Kalkın” demiş ve kapıya götürmüş. İhtiyarlar, kapıdan bakınca, bütün kentin sular altında kaldığını ama kendi kulübelerinin durduğu yerde tam önlerinde, apak mermer bir tapınağın yükseldiğini görmüşler.
Tanrılar ihtiyarlara, “Ey iyi insanlar; elbette konukseverliğiniz karşılıksız kalamaz. Dileyin ne dilerseniz!..” demişler.
Yaşlı karı koca, birbirlerine fısıldaşarak danışmışlar, sonra Philemon, “Biz bu yaşımıza dek birlikte mutlu yaşadık. Özlemimiz şu ki, birimizden birimiz daha önce ölüp, ötekimiz yaşlı ve güçsüz kollarla öleni mezara taşımak acısını çekmeyelim. İkimiz de aynı anda ölelim...” diye yalvarmış.
İhtiyarların yalvarışları tanrılarca kabul edilmiş.
Aradan yıllar geçmiş. Philemon ile Baukis daha ne kadar ömürleri varsa, o kadar yaşamışlar. Bir gün tapınağın önünde yan yana oturup güneşlenirler ve gençlik çağı anılarını birbirlerine anlatırlarken Philemon, Baukis’e bakar ve onun sağından, solundan yeşil yapraklarla titrediğini görür. Baukis de Philemon’a başını çevirince onun kollarının dallara dönmekte olduğunu görür. İkisinin, zaten hâlsiz olan ayaklarının ağır ağır yere köklenmekte, ağaç kabuklarının da bellerinden yukarı yayılmakta olduğunu görürler.
İki ihtiyar, “Mutlu yaşadık” diye vedalaşırlar; “Bu son öpüşümüz olsun. Birlikte gidiyoruz ya!..” derler.
Sonrası, rüzgârda ağaç fısıltısı...
O sırada oradan geçen bir yolcu, bir dalın öteki dalla konuştuğunu sanır. “Acaba bana mı öyle geldi? Şu bankta kimse de yok!” diye hayretler eder. “Konuştu yahu! Hayır, bana öyle geldi!.. Konuşmadı.”
“Evet”le, “hayır”la gide gele yoluna düzülür, uzaklaşır gider.
Bu efsaneyi birçok ozanlar konu edinmişler. Kimi besteciler de müziğe çevirmişlerdir onu. Kadınla erkeğin karşılıklı tatlı konuşmasıyla başlayan oyun, yavaş yavaş, bir yaprak fısıltısı finaliyle susar...
* Kaynak:
Kabaağaçlı, C. Ş. [Halikarnas Balıkçısı]. (1994). Hey koca yurt (5. bs.) [s. 266-270]. Bilgi.
Dr. Yaka’nın notu:
Öncelikle, Halikarnas Balıkçısı’nın yukarıda verdiğim kaynağını, Anadolu kültürü ve mitolojisi ile ilgilenen herkese tavsiye ederim.
Balıkçı’nın gayet akıcı bir şekilde kaleme aldığı bu efsaneye burada yer vermemin nedeni ise hem Balıkçı'nın ifadesiyle, Anadolu’nun insancıllığını hem de özellikle, uyumlu ve güzel bir çift ilişkisini sergilemesidir. Aşkla başlayan her çift ilişkisinin, böyle mutlu ve huzurlu bitmesi dileğiyle…